Gıda Terörü
Yazıma Hipokrat’ın meşhur sözü ile başlamak istiyorum;
“Yedikleriniz ilacnız olsun, ilacınız yedikleriniz“
Akşamdan akşama içtiğimiz ıhlamurun, adaçayının bize şifa verdiğine inanıyorsak, sabahları bir kaşık balın bize nasıl şifa verdiğini düşünüyorsak; her gün yiyip içtiğimiz yiyeceklerin bizi tokluğun dışında olumlu ya da olumsuz nasıl etkilediklerini çok iyi düşünmemiz gerekir. Ne derler “ne yiyorsanız o’sunuz”. Çok doğrudur, çünkü vücudumuz o yediklerimizden kendini yenilemektedir.
Vücudumuzun ihtiyacı olan besin maddelerini yediğimiz gıdalardan aldığımız gibi, vitamin ve mineral ihtiyacımızı da bunlardan karşılarız. Yani yediğimiz gıdaların tokluk hissinden başka bizim için yaşamsal önemi olan maddeleri de karşılamasını bekleriz hiç düşünmeden. Bunu bizzat beynimiz düşünerek yapsa, ince hesaplar yapar öyle yeriz. Fakat buna fizyolojimiz karar verdiği için önümüze ne gelirse yiyebiliriz. İşte gıda teröristlerinin faydalandığı açığımız budur. Güzel yahut ucuz gösterip gıda olmaktan çok uzak maddeleri bizlere yedirirler.
Gıda maddelerinden kasıt uzmanlık alanım olarak hayvansal gıdalardan bahsedeceğim. Bunlar;
Kırmızı et ve bu etlerden imal edilen et ürünleri, süt ve süt ürünleri, tavuk eti ve ürünleri ayrıca yumurtadır.
Başlığımızı bu şekilde yazmamıza sebep olan kırmızı et, orta boy bir dananın eti olsa, 200 gram etten tam bin porsiyon eder ki doğrudan bin kişiyi etkiler. Bin kişiyi etkileyen bir terörist faaliyetin boyutlarını düşünebiliyor musunuz? Pek ala bu dana tüberküloz ise yahut bruselloz ise, loğusa ise veya septisemi varsa ve etinin her zerresi mikrop doluysa? Ya da bir ineğin her gün sağılan sütünden 100 tost yapılabildiğini düşünürsek, bu kalıntılı süt ile her gün 100 kişinin zehirlenmesi terörizm değil midir?
[Hadi canım bir kere yemekle bir şey olmaz diye düşünenler için 10 yıl içerisinde ilaç giderlerimizin 10 misline katlandığını hatırlatmak isterim. Amansız hastalıkların pençesine düşenlerin sayısını, bize sıra ne zaman gelecek korkusunu yaşayan insanların toplumda ne kadar çok olduğunu hatırlatmak isterim.]
Bu ihtimaller %100 sığır etiyse dedik. Ya yedirilen sığır değil de sığır eti gibi satılan at, eşek veya bir ihtimal domuz etine ait ise? Bazı kişiler at eti yerim, domuz eti yerim ne var bunda diyebilir hatta çok defa böyle söylediklerini de duydum. O halde bu hayvanların hijyenik şartlarda kesildiğini mi düşünüyorsunuz diye sormak gerekmez mi? Veya bu hayvanlara ait etleri tüketmek istemeyen insanlara hileyle yedirenler, “biz kaçak kesim yapıyoruz ama bari hijyenik yapalım da günahımız azalsın” mı diyorlardır? Bu hileyi yapan insanlar için sizin sağlığınızın önemi olduğunu mu sanıyorsunuz? Girmeye tiksineceğiniz ortamlarda, pislikler içinde kesilip, iğrenç kaplarda saklanan veya taşınan bu etler, ben yerim diyenin bile midesini kaldıracak türdendir. Buradaki mesele, elde edilen etlerin yenilmeyecek derecede pis ve muayene edilmemiş olması ve istenmeyen hayvana ait etin kandırılarak yedirilmesi sorunudur.
Aslında Hayvan Sağlığı Zabıtası Kanununa (H.S.Z.K.) göre, tüberküloz ve bruselloz hastalığına yakalandığı tespit edilen hayvanların tazminatlı kesime sevk edilmeleri mümkündür. Fakat bu hastalıkların daha önceden tespit edilmiş ve Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’ndan izin alınmış olması gerekmektedir. Kesim esnasında bu hastalıkları taşıdığı tespit edilen hayvanlara ait karkasların imha edilmesi gerekmektedir. Bu hastalıkları taşıyan hayvanların bir an önce kesime sevk edilmesi, hayvan sahibinin öncelikle kendi sağlığı açısından çok önemlidir. Bu durumu bilse ne hastalık taşıyan hayvandan kendisine hastalık geçmesini bekler ne de ürünlerini sattığı müşterilerinin hastalanmasını ister. Sonuçta hayvanı kestirmekle mağdur olmayacaktır. Burada görev veteriner hekimlere düşer.
Ülkemiz insanı merhametlidir, iyi yüreklidir. Yetiştiricimiz çilekeştir. Her türlü zorluğa göğüs gerip, asla hak ettiği parayı kazanamadığı halde, gerek haram korkusu gerekse ahlak değerleriyle işine hile katmadan bizlere ürün yetiştirir. Fakat bilirsiniz bazı insanlar vardır kurban keserler ama bedelini hayvan satın aldıkları kişiye ödemezler yahut kurtlu olduğu için yemediği inciri aşure yapıp dağıtır. Böylece sevap işlediğini sanır. İnsanlar değişik kişiliklere sahiptir ve kimse kimseye benzemez bildiğiniz gibi. Birçoğu işine hile katmadığı gibi çok az insan da böyle yapabilmektedir. Bu toplum gerçeğidir.
Azınlık bir kesimin yaptığı ahlaksızlık bütün yetiştiricilere mal edilemez. Bu vicdansızlık olur.
Şöyle düşünün; bardaklara doldurulmuş yüzlerce bardak su var masaların üzerinde ve siz çok susamışsınız. Birisi çıkıp diyor ki “bardaklardan birine pis bir şey damladı”. Hangisi olduğunu bilemediğiniz için hiçbirini içemezsiniz değil mi? Et-süt-tavuk ve ürünlerini yemek günümüzde bu duruma geldi desek yanlış olmaz herhalde.
Çıkar çeteleri hastalıklı hayvanları insanlara yedirmekte gözlerini dahi kırpmazlar. Üç bin lira değerindeki hastalıklı, yenmeyecek durumdaki bir hayvanı, üç yüz lira dahi vermeden alıp bizlere yedirmeleri günlük olağan şeylerdendir. Öyle binde bir değil, her gün olan şeylerdir bunlar.
Kasap tezgahına, belirli kalite kriterlerini karşılayamayacak düşük kalitedeki sığırları ya da koyunları kesmeyen kasaplar varken ve çoğunluktayken, hiç çekinmeden loğusa ineğin ya da hastalıktan ölmüş ya da ölmek üzereyken kesilmiş sığırın etini tezgahına koyan kasaplar da vardır.
Şimdi burada denilecektir ki; kasap bunu nasıl tezgahına koyabilir, nasıl sucukta kullanabilir? Kanun var nizam var değil mi? Var ama uygulaması her zaman olabilir mi? Eğer et normal olmadığını belli ediyorsa o halde et ürünlerinde en çok da sucukta kullanılmaktadır. Baharat ve sarımsak kokusu ve aromasıyla ete baskın gelmekte hile anlaşılamamakta, koruyucular [nitrat ve nitrit] kokuşmayı, çürümeyi önlemektedir.
Bu alanda çalışan, elinde son kararı verdiğinin belirleyicisi mühür olan meslektaşlarımın burada basiretli olmaları gerekmektedir. Tehditlere, baskı ve şantaj hatta kaba kuvvete karşı, meslek erbabına yakışır şekilde mücadele etmeli ayrıca duruşundan taviz vermemelidir. Piyasa ile ticari ilişkilere girmemeli, savcı görevi görürken gebe kalarak bu sahtekarların avukatlığına soyunmamalıdır. Toplum sağlığının tüm yükünü omuzlarında taşıdığını bir an olsun unutmamalıdır. Bu konuda tüm meslektaşlarıma güvenim tamdır.
Bizler, yani gıdaya şüpheyle yaklaşanlar yiyecek gıda bulamayıp mağdur olurken, işini doğru yapan esnaf da ürününü satamadığı için mağdur olmaktadır. Yurt içi seyahatlerimde bile aç gidip aç dönmekteyim. Haşlanmış mısır, meyve, simit, balık, ekmekten başka bir şey yiyemiyoruz. Karşılaştığımız gıdaların birçoğu tertemizdir eminim fakat hangisinde hile var bilemediğimizden hepsinden sakınıyoruz.
Süt konusuna gelirsek;
Süt işleyen firmalar da kötü kaliteli süt kullanmak istemez. En iyi sütü satın almak isterler elbette fakat iyi süt %40 daha pahalıdır. Onun içindir ki bazı firmalar sağıldığı anda iyi kalitede olduğu halde kötü saklama şartları sonucu kötüleşmiş ya da ilaçlı sütleri alırlar. Bu sütler kesilmesin diye toplama aşamasında karbonat, hidrojen peroksit katarlar ki bu maddelerin bazısı son derece zararlıdır. Zararlı olmasalar dahi sütün bozulduğunu gizlediği için dolaylı yoldan zararlıdırlar.
İyi pastörizasyon şartlarında zararlı bakteriler öldüğü için bu sütlerin brusellalı veya tüberkülozlu hayvanlara ait olmasının hatta kuduz bir hayvana ait olmasının bile önemi yoktur. Fakat iyi pastörizasyon şartları gerçekleşirse böyledir.
Süt ürünlerinde hile, hasta hayvanın sütünü satmakla olmaz. Çünkü süt ısıl işlemden geçirilir. Bunun tek istisnası kaymaktır. Çiğ sütten kaymak alınırsa insanlara hastalık etkenlerinin bulaşması söz konusu olabilir. Sütte hile şöyle olabilir;
Ya sütün iyi pastörize edilmemesi yahut hiç pastörize edilmemesiyle olur,
Ya ilaç kalıntısı olan sütleri işleyip, tüketime sunmakla olur,
Ya katılmaması gereken maddelerin süte katılmasıyla olur,
Ya iade ürünlerin tekrar işlenip tüketime sunulmasıyla olur.
Bazı firmalar titiz davranmayıp pastörizasyonu ciddiye almaz ve yarım yamalak pastörizasyon yaparlar. Bazı günler sütü çok pişirirken bazı günler pastörizasyondan çok uzak işlem yaparlar. Hiç değilse sağlık kurallarına uymaya meyilleri vardır. Bazı firmalar pastörizasyonu asla yapmaz. Sütü mayalanma sıcaklığına kadar ısıtırlar hepsi budur. Asla içindeki mikropları bertaraf etmezler.
Pastörizasyonda patojen (hastalık yapan) mikroorganizmaların tamamının, diğer mikroorganizmaların da en az %99’unun öldürülmesi gerekir. Bu işlem ya UHT yöntemiyle 135 derecede ve yüksek basınç altında 3 saniyede yapılır. Buna sütün sterilizasyonu da denebilir. Ya da klasik pastörizasyonda 62-65 derecede yarım saat pişirilmesiyle olur. Evde sütü kendisi kaynatıp pastörize edenler son cümleye dikkat ederlerse kendileri için faydalı olacaktır.(63 derece/yarım saat – 72 derecede 15 saniye)
İlaç kalıntısı olan sütler mayalanmaya elverişli değildir. Fakat mayalamaya müsait miktarda ilaç içeriyorsa da asla affetmezler mayalarlar. Veya sütlü tatlılar, çikolata, dondurma üretiminde kullanırlar. Mayalanmadan önce kesilirse lor, mayalandıktan sonra kesilirse çökelek olur, illa tüketime sunulur.
Kıvam arttırması ya da yağlı görünmesi için nişasta, jelatin, margarin yağı, bebek bezlerinde kullanılan jelleşen kimyasal maddeler ve şeytanın aklına gelmeyen nice maddeler katarlar ki gıdayı gıda olmaktan çıkaran da bunlardır. İnek sütüne keçi sütü aroması katarak keçi sütüne dönüştürmek de hilenin ayrı bir boyutudur. Gıda kodeksimize göre birçok peynirdeki tuz dahi yasal sınırların üzerinde olduğunu düşündüğümüzde en masum olan tuz bile bu haldeyse gerisini siz tahmin edin.
İade olan her türlü ürün işlenerek yeni bir ürün haline getirmek mümkündür. Raftaki ambalajında tertemiz duran ürün miadı dolduğu için iade oldu diye düşünmeyin. Her türlü kötü durumdaki ürün de işlenmektedir.
Bütün bu anlatılanlar kötü süt, kötü işleme şartları sonucu ortaya çıkan ürünlere ait durumdur. Peki hijyenik şartlarda üretilen ürünler biyolojik yapımıza uygun mudur? İşte orada çok derin düşünmemiz gerekmektedir.
Klasik pastörizasyon, UHT pastörizasyonuna göre
Uzun zaman sürmesi, iş gücü fazlalığı, enerji ve su tüketimi fazlalığı, titiz çalışma zorunluluğundan dolayı pek tercih edilmez. Fakat UHT yöntemine tabi tutulan süt içinde hiçbir faydalı bakteri ve enzim bulunmaz. Sterildir fakat kendi doğasına uygun olmayan saklama şartlarında bile bozulmaz. Buzdolabında değil raflarda saklandığı halde senelerce hiçbir bozulma olmadan durabilmektedir. Bu işlemle sütün ömrü artmaktadır fakat süt de süt olmaktan çıkmaktadır. UHT süt barsaklardaki faydalı mikropları yani probiyotikleri yok eder. Aslında tüm uzun ömürlü gıdalar bunu yapar. Barsak florası bu dayanıklı gıdalarla beslenemez ve sayıları azalır. Bu floranın öncelikli görevi gıdaları sindirmek, emilmemesi gereken maddeleri uzaklaştırarak vücudu korumaktır. Flora zayıfladığında barsaklar adeta elek gibi açılır ve UHT sütteki proteinler sindirilmeden kana geçer.
Ayrıca sütün homojenizasyonu yapılırken, büyük yağ partikülleri parçalanarak küçük parçalara bölünür. Böylece vücudun alamayacağı yağlar da vücuda alınır hale gelir ki bu da daha fazla kolesterol demektir.
Tavuk ve yumurta konusunu ve sütteki kazemorfin konusunu, başka bir yazımda irdeleyeceğim
Şu bilinmelidir ki yazılarımdaki amaç; toplumsal bilincin oluşması, insana layık olmayan gıdaların seçicilik ile red edilmesi sonucu gıdayı bizlere sunanların yenebilir gıdalar üretmek ve satmak zorunda kalmasıdır. Hiçbir kişi ve kuruluş hedef alınmamaktadır.