Haşerat-ül Zehr-i Zıkkım – H Z Z
Kısaca HZZ ya da tam ismiyle Haşerat-ül Zehr-i Zıkkım nedir?
Bilindiği üzere ben bir veteriner hekimim ve muayene, tedavi etmek suretiyle klinik yapıyorum. İşim bu. Pek ala halk sağlığı için cengaverlik de ne oluyor? HZZ ile ilgisi nedir?
Gerek fakültede almış olduğum gıda derslerinden öğrendiklerim ve sonra mesleki hayat tecrübelerim, gerek gıda maddelerinin üretimi ve işlenmesi sırasında insan yaşamı aleyhine yapılan işlemler ve hatta insan yaşamında gördüğüm olumsuzluklar, sessiz kalmama mani oluyor. Hatta sesimin gittiği her yere ulaşmak, yanlış sistem hakkında bilgilendirmek ve gözünü para kör etmiş sektörü uyarmak maksatlı bir sözcünün ötesinde kişisel savaş veriyorum. İşte HZZ burada anlama bürünüyor.
Eski Türkçe’de haşerat-ül zehr-i zıkkım diye akrep’e demişlerdir. Akrepin gözleri ve zehirli iğnesi nasıl düşmanlarının üzerinde ise, benim de nefesim halk sağlığı düşmanlarının ensesindedir. Bunun için cengaverim ve bunun için HZZyim. Siz de, nefesi halk sağlığı düşmanlarının ensesinde bir HZZ olmak istemez misiniz?
GDO olayına hiç girmeyelim çünkü dünya güllük gülistanlık ve gdo diye bir şey yok. Var desek bir yığın hikaye anlatacaklar. Oysa ben hikaye dinleyecek yaşları çoktan geçtim. Acizane tavsiyem siz de dinlemeyin ve hatta çocuklarınıza bile hikaye anlatırken hikayeden yalanlar söylemeyin.
Gelelim konumuza. Çevreyi teknoloji ve artan insan nüfusu kirletti. Toprak, hava ve su da artık kirli. Bu kirlilikte sağlıklı tarım yapılabilir mi? Güzel ürün elde edilebilir fakat bu sebze ve meyveler sağlıklı olabilir mi?
Ektiğiniz bitkiye kimyasal gübre döküyorsunuz, bunlar çok zehirli maddeler. Şöyle ki bu gübreden yiyen bir sığır, doktor yetişemeden ölür. Başka bir örnek vereyim; gübre atılırken tercihen hafif bir yağmur tercih edilir. Bu da yağmur sularının avuç içi kadar havuzcuklar yapmasına sebep olur. Bu sular kimyasal gübrenin, içerisinde erimiş olduğu sulardır. Bu suları için yılan, fare, kuş ne varsa oracıkta ölür. Çok defa ölmüş veya can çekişen kuş sürülerine, gübreden zehirlenip ölmüş diğer hayvanlara rastladım.
Okuduğunuz üzere buraya kadar mesleğim olmayan ziraatten bahsettim fakat mesleki alanıma giren tecrübelerimle bahsettim. Şimdi sıra teknik konularda. Yine tecrübelerim ve bilimsel eserlerden öğrendiklerimle yazıyorum. Bir araştırmada okuduğuma göre, bitki dibine dökülüp ve bitki tarafından emilen kimyasal gübrenin %30luk bir kısmı metabolize olamıyor ve meyve özsuyunda erimiş kimyasal madde olarak duruyor. Bu da doğrudan yediklerimizin içerisinde hiç değişmemiş kimyasal gübre olduğunu gösteriyor. Bu araştırma, kanaatimce bir bitkinin köklerinden emdiği tüm maddeleri metabolize edemeyeceğini düşündüğüm için de aklıma yatıyor. Araştırması konunun uzmanlarına kalmış fakat siz domatesinizi tuza banar gibi gübreye banıp yer miydiniz?
Gelelim zirai ilaç konusuna: Çocukluğumdan beri öğrendiğim bir şey var ki meyve ve sebzeleri çok iyi yıkadıktan sonra tüketmemiz gerektiği. Oysa kullanılan zirai ilaçlar meyvenin çekirdeğine kadar işlediği için değil yıkamak, kabuğunu soymanın bile yetersiz kaldığını yıllar sonra öğrendim. Hala bilmeyenlerimiz var.
Bu kimyasal gübreleri, bizler de bir ineğin yediği kadar yesek anında ölürüz. Azar azar ölmek mi bizi huzurlu kılıyor? Hemen herkes fazla kilolu. Vücutlarımız yağ deposu. Biliyoruz ki yediklerimizle aldığımız zehirler, vücuttan atılmıyor yağ dokularında birikiyor. Birden zayıflarsak ne olacak? Birden ortaya çıkmayacak mı bu zehirler?
Kimyasal gübreler ve zirai ilaçlar, bizleri yavaş yavaş öldürdüğü, ölümcül hastalıkların sebebi olduğu gibi doğal yaşamın da katilidir. İçme suyuna katılan zehir, soykırım değildir de nedir?
Avlanarak da olsa öldürmeye karşıyım fakat avcılara da haksızlık edilmektedir. Ne kadar isteseler de soykırım yapamazlar. Hatta çağımızda birçok avcı artık çok bilinçli ve doğayı, öldürdükleri birkaç av hayvanı dışında titizlikle koruyorlar. Bu kelimeleri avcıları savunmak için değil, konunun doğru tespiti için yazıyorum. Doğanın katili kimyasal gübreler ve zirai ilaçlardır. Tabii burada çevreyi kirleten fabrikalardan, evlerimizde kullandığımız temizlik maddelerine kadar birçok unsuru başka bir yazıya bırakıyorum.
Zirai gıdalardan sonra hayvansal gıdalar için yapılanlara bakalım: Hayvan beslemesi artık matematik hesabından başka bir şey değil. Enerji yetmedi mi hiç alakası olmayan bir kaynaktan enerji temin et, protein yetmedi mi protein taklidi yapan kimyasal maddelerden yedir, besleme işi tamam. Pek ala bu yöntemle elde edilen sığır eti, et; sütü de gerçek anlamda süt müdür? Hiç de değil. Bu şekilde elde edilen et ve sütün içinde bu kimyasal maddeler, hayvanlara yedirdiğiniz gibi aynen geri gelmektedir. İnsan vücudunda obezite unsuru olarak görevlerine devam etmektedirler. Merada otlayıp çeşit çeşit otlardan değişik maddeler almadığından, yapısı doğal olmadığı için şifai özelliği de kalmamıştır.
Şöyle bir örnekle açıklayayım: Bıldırcın yumurtası bronşit için şifa denir. Bu gerçek olabilir, bilmiyorum. Gerçek olma sebebi de doğadaki bıldırcın, sayısız otun yaprağını, çiçeğini, tohumunu yemek suretiyle belki çok özel bir maddeyi bünyesine alıp, ürettiği yumurta da bu maddeyi içerdiği için şifalı olabilir. Kümeste tavukları beslediğiniz yemlerle beslenen bıldırcın, tavuktan ne kadar farklı bir yumurta üretebilir ki?
Çok ürün versin diye çok yem yedirilen sığırların mideleri (işkembe) kimyasal olarak ph düşmesi sonucu tahammül sınırlarında tutulmak maksadıyla anti asit maddeler yedirilmekte, hatta bu bile yetmeyip, mideleri olması gerekenden daha düşüp ph seviyelerinde yaşamaya çalışmaktadır. Bu konuda yapılan hata sadece hayvanın hayatını tehlikeye sokmakla kalmaz, düşük ph dediğimiz aşırı asit ortamlarda direnç kazanmış ve zaten normali çok tehlikeli olan E.Coli bakterisi yüklü hayvan dışkıları, özellikle çiğ yenen marul, roka, salatalık gibi gıdalara tarla ve seralarda bulaşarak, yenildiğinde toplu zehirlenmelere sebep olabilir hatta Avrupa’da büyük bir salgın da görülmüştür.
Ticari tavuk sürüleri, tıbbi destek almadan bir gün bile yaşayamazlar. Birçok yetiştirici, illegal olarak da ilaçlar kullanmaktadır. Entegreler de bu duruma göz yummaktadırlar. Yediğimiz yumurta ve tavuk etinde mutlaka ilaç olduğunu düşünüyorum. Gördüklerim bu şekilde düşünmeme sebep oluyor. Ayrıca biliyorum ki tavuk yemlerine katılan kimyasal maddeler yediğimiz tavuk etleriyle bizim bünyemize de geçmektedirler. Öyle ya; “ne yiyorsanız, O’sunuz”.
Tarım ve hayvancılığı geleneksel metodlarla yaparsak ne kaybederiz? Yeni teknolojileri kullanırsak ne kazanırız? Çok iyi düşünmemiz gerekiyor. Otoritelerce herkesin bilgilendirilmesi gerekiyor. Gübre ve ilaç kartelleri izin verirse tabii ki.
Makinada teknoloji olabilir fakat insan ve hayvan yiyeceklerinde bu olamaz. Alışılagelen düzeni değiştirmeye çalışırsanız insanlık denek durumuna gelir. Binlerce yıllık insan, hayvan ve bitki yaşantısına 1950’lerden beri yapılan müdahale tarihin hiçbir döneminde yoktur. Bu gıdalarla ne kadar yaşayacağımızı, neslimizi sürdüreceğimizi düşünüyorsunuz? Amansız hastalıklara hangi yaşta yakalanacağımız belli değil, insan yaşantısından sağlık uzaklaştı, şimdiden kısırlık çok büyük bir sorun.
Gelelim gıdaların işlenmesi konusuna: Gıdaları kimler işler? Evde anneler, dışarıda da aşçılar. Evde yapılan yemek ancak birkaç gün yenecek tazelikte kalabiliyor. Lokantada dünden kalmış bir yemek söz konusu bile olamaz. Demek ki geleneksel yiyecek hazırlama yöntemleriyle uzun süre dayanacak yada tazeymiş gibi hissettirecek gıdalar hazırlanamıyor.
İşte tam burada gıda teknolojisi devreye giriyor. 2 sene tazecik kalan kekler, küflenmeyen çıtır çıtır bisküviler, ekşimeyen dağılmayan yoğurtlar imal etmek mümkün oluyor.
Bizler evde bu börek üç günlük diye homurdanırken, pastaneden kurabiye alırken en tazesini isterken, marketten alışveriş yaptığımızda son kullanma tarihine bakıyoruz. Kaç ay önce üretilmiş olduğu bizi ilgilendirmiyor. Biz de iki yüzlü davranıyoruz. Fakat bu sayede gıda endüstrisi, herhangi bir şehirde üretim yaptığı halde bütün ülke çapında satış yapabilmektedir. Ev veya pastane yöntemleriyle kurabiye yapsaydılar, daha uzak illere ulaşmadan bayatlama başlamaz mıydı?
Demek ki bu gıda teknolojisi, sadece endüstrinin işine yarıyor. Gıda sektörü çalışanlarına sorsanız, alacağınız cevap sağlıklı gıda ürettikleri, kullandıkları katkıların güvenli olduğudur. Sağlıklı gıda için, bozulmayan, özelliğini kaybetmeyen gıdayı kastettiklerini anlamalıyız. Çünkü kullanılan katkıların vücutta neler yapabileceğini asla bilemezler. Ayrıca bu katkı maddelerinin güvenli olduğu, birbirleriyle sinerji ve antagonizma yapmadıkları kesin olarak bağımsız araştırmacılar tarafından onaylanmamıştır. Yoktur böyle bir araştırma.
Teknik konulara girmeyeceğim, neden-sonuç ilişkisinden bahsetmeden insan ve hayvan barsak yapısından bahsedeceğim. Barsaklar (bağırsak değil) büyük bir savunma sistemidir. Barsak içinde doğal olarak bulunan faydalı mikroorganizmalar ki bunlara barsak florası diyoruz; toksinleri, vücuda alınmaması gereken maddeleri almayıp, ayrıca vücudun bağışıklık sistemini güçlendirdiği için barsak içerisinde mutlaka bulunması gerekmektedir. Bu flora besinini içinde bulunduğu ortamdan alır, yani yediklerimizden. Yediklerimiz de içerisinde bakteri mantar vs. üremesin diye katkı maddeleri katılmış olursa bu sefer de barsaklarımızdaki floranın beslenemeyeceği, yok olacağı bir ortam oluşmuş olacaktır.
Bırakın barsak florasını yok etmeyi, atalarımız daha da güçlendirmek için kefir içmiş, ayran içmiş, yoğurt yemiştir. Avrupa’da bazı firmalar kefiri, çay bardağı büyüklüğünde ambalajlarda ve marka isimlerle satarken, reklamlarında da bu ürünü içenin hemen koruyucu bir kalkan içine girmiş olarak göstermektedir. Flora bu kadar önemlidir savunma sistemimizde.
Gıda katkılarının kimyasal, fizyolojik zararlarına değinmeden basit bir örnekle, mantık olarak dahi red edilmesi gerektiğini yazdıktan sonra yediğimiz yemeği sindirmek için kullandığımız meyveli sodalara geçiyorum:
Çok kaliteli bir su ve bu suyun içine tatlandırmak için mısır glikozu katılıyor. Meyveli olacaktı değil mi? Sizin için limon sıkacaklarını veya çilek katacaklarını düşünmeyin, oradan miligramlarla gelsin meyve aroması, alın size meyve şurubunu elde ettik bile. Bozulmasın diye kimyasallarımızı da katalım. Hala ortada soda yok. Sıvı karbondioksiti de basınç altında kattıktan sonra kapağı kapatırsak meyveli sodamız tamamdır. Güzelim suyun adeta mundar hale gelişi böyle bir şeydir. Hala içecek miyiz?
Yazılacak örnekler bitmeyecek kadar çok. Bizlere düşen; kaynağını bildiğimiz gıda maddelerini tüketmek, doğallıktan şaşmamak, mevsiminde ve buzdolabında dahi durmasına gerek olmayacak kadar taze tüketmektir. Bozulmayan ürünlerden uzak durmalıyız. Tek başına tepkili olmak bir şeye yaramaz. Hassas insanlar bu ürünleri almayıp tepkilerini gösterirse, endüstri de doğal ürünler üretmek zorunda kalacaktır. Yoksa kendin çal kendin oyna durumunda mecburen herkesin yediği zararlı gıdalardan tüketmeye devam edeceğiz.
Siz de bir HZZ misiniz?